Etkinlik Tarihi : 25-26 Ekim, 2014
Ekip Lideri : Sönmez Erkaya
Etkinlik Sorumluları : Ali Ahmet Bingül
Katılanlar: Ali Ahmet Bingül, Deniz Urut, Tansu Cabacı, Buğra Bayık, Nursen Yılmaz, Sönmez Erkaya, Yusuf Erdoğan, Selin Insel, Sait Çakmak, Hikmet Emre Kaya, Kaya Üke, Aslı Demirkazıksoy, Mukadder Koyuncu, Egemen Genç, Saif ul Islam Sajid, Gökhan Serhat, Yavuz Ali Ekmekçioğlu, Ahmet Burak Ural, Mehmet Ufuk Ural, Cecilia Iacono, Daniele Marrone, Saiad Waheed,
Kullanılan Malzemeler: Kamp malzemeleri, kask, baton
Hava Durumu: İlk gün çok yağışlı, ikinci gün kısmen yağışlı ve bulutlu
Yer yer çok sıkıcı bir hale geldiğini düşündüğüm üniversite hayatıma renk katmak için katıldığım Dağcılık Kulübünün ilk kamplı etkinliği için vakit gelip çatmıştı.
İstikamet Kaz Dağları. Kısaca bilgi vermek gerekirse, Kaz Dağları Edremit Körfezi’nin kuzeyinde yer alıyor. Bir kısmı Çanakkale, bir kısmı Balıkesir ilinin sınırları içinde yer almakta. Üç tepesi bulunan Kaz Dağları’nın en yüksek tepesi Karataş Tepesi (biz ikinci yüksek tepeye çıktık, çünkü rehberimizin söylediğine göre bulunduğumuz yerden 50 m. Yüksekte en yüksek zirve bulunmaktaydı. Karataş’ın yüksekliği 1774 imiş. Kaz Dağları’nın kuzey batısında Bayramiç İlçesi’ne bağlı Ayazma mesire yerinde de bir gecelik kamp yapacaktık.
Daha önce soğuk bir Nisan gecesi Kelebekler Vadisi’nde üzerimde sadece t-shirt ve şortla titreme nöbetleri içerisinde bölgedeki hazır çadırlardan birinde kalmam dışında kamp deneyiminin yakınından bile geçmemiştim. Nihayetinde herkesin bu deneyimi tatması gerekiyor değil mi?
Kampüsün meydanında kulüpten insanlarla buluştuğumda hava epey soğuk ve rüzgarlıydı. Endişelenmedim desem yalan olur, üstelik baton, tozluk vb bazı gerekli materyalleri almaya fırsat bulamamıştım. (Bunun ceremesini sonradan çekecektim elbet.)
Bir saat rötarlı gelen otobüsümüze binip gece yolculuğa başladık. Yol boyunca kimimiz ekranda oynayan filmi seyretti, kimimiz de oldukça uzun ve yorucu geçecek bir gün için dinlenmek adına erkenden yattı.
Çanakkale Boğazı’nı ilk kez görüşüm de ertesi sabah oldu. İstanbul Boğazı’na alışkın biri olarak buranın boğaz olduğunu anlamam çok uzun sürmüştü.
Kepez’e vardığımızda sabahın bu erken saatlerinde burada bizi gökkuşakları karşılamıştı.
Burada Lydia Kahvaltı isimli yerde kahvaltı yaptık. Her zevke uygun bir şeyleri o masada bulmak mümkündü. Ben şahsen peynirlerini ve menemenini beğendim. Yolu düşenler uğrayabilir.
Otobüse dönünce çadırlar liderleri ve hemen ardından çadır grupları Sönmez Hoca’mız tarafından duyruldu. Çadırlarda üçerli üçerli kalınacak. Her çadırın bir lideri olacak ve bu kişi deneyimli gruptan seçilecek. Benim kalacağım çadırın lideri Sait’ti, üçüncümüz de yine Sait adında PhD yapan bir çocukcağızdı. Bizim çadır, Sönmez Hoca’mızın kalacağı çadırla ortak yemek yapacaktı. -Aslında bu yüzden şanslı olduğumuz söylenebilir.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra yeniden yola koyulduk ve bu sefer alışveriş yapmaya gittik. Tonlarca alınan yiyeceklerin arasında makarnadan tutun muza, elmaya, kuruyemişe, domatese her şey vardı. Kampçılıkta sulu yemek yemek o kadar önemliymiş ki makarna yapılınca bile suyu süzülmeden yeniyormuş. –İlk kamplarda insanlar bizim yaptığımız gibi aç kalmaktan korkup yanlarına hunharca yiyecek alır, yiyemediği tüm yiyecekleri geri getirirmiş. Sanırım tam olarak ihtiyacımız olan yiyecekleri zamanla öğreneceğiz.
Neyse, Ayazma beldesine bağlı kamp alanına ulaştık. Burası mitolojideki dünyanın ilk güzellik yarışmalarına ev sahipliği yapmış ki bu güzellik yarışmalarıyla sonradan Truva Savaşı’na yol açan olaylar dizisi gelişiyor.
Burası kamp alanımız. Çadırların yerini belirledikten sonra çadırları kurmaya başladık. Çadırları; merkezinde masa ve bankı olan bir halka oluşturacak şekilde yerleştirdik. Yine de çadırları yerleştirdiğimiz yerin eğimli, taşlı ve fazla çamurlu olmamasına dikkat ettik. Sait ilk başta çadırı kurarken hafif zorluklar yaşıyordu, ben ise çadırın kurulma sürecini asla takip edemiyor, bana denilenleri yapmaya çalışıyordum.
Akabinde ilk trekking’imizi yapmak için yollara düştük. Yavaş yavaş bazı teknik malzemelerin yokluğunu hissetmeye başladığımı itiraf etmemde sakınca yok sanırım, özellikle batonların eksikliğini yer yer dikleşen patikada hissettim ve batonlar olmadan dengenizi sağlamak hakikatten çok zor oluyor.
İşte ilk günkü yürüyüşümüzden bazı kareler:
İkinci bir zorluk da ter ve yağmurdan dolayı kıyafetlerin aşırı ıslanmasından kaynaklanıyordu. Zaten metabolizmam dolayısıyla terlemeye çok meyilli bir insan olduğum için termal içlikler bile yetmedi. Üstüne üstlük yağmurun yağmasıyla dışardan da ıslanmaya başladım. Anlaşıldı ki su geçirmez olduğunu bildiğim kalın montum su geçiriyormuş meğersem, dolayısıyla mont ıslanınca altındaki t-shirt ve termal içlik de ıslanmış sayıldı.
Halbuki Sönmez Hoca’mız kısa kollu bir t-shirt ile dolaşıyordu rahatça. Sonradan işin mantığını çaktım, önemsiz kıyafetlerinin bugün ıslanmasına izin veriyor ve yarınki büyük tırmanışta kullanması gereken ağır topların önceden ıslanmasının önüne geçmiş oluyordu.
Çadırlarımıza döndükten sonra uyku tulumlarımıza girdik, kıyafetlerimizi kurumaya bıraktık. Yağmur fena bastırmıştı ve saat öğlen 3-4 gibiydi bana akşam 7 gibi gelse de. Sait tulumların bizi hemen ısıtacağını vaat ediyordu, oysa ben üşümemiştim bile.
Akşam biz Türkler makarna ve mantı gibi yiyeceklerle karbonhidrat ağırlıklı beslenirken exchange arkadaşlarımız da bilumum sebzeyi doğrayıp yaptıkları çorbayı saatlerce pişirmeye uğraştılar. Yemek yedikten sonra da yanan ateş etrafında çeşitli oyunlar oynayarak günü noktaladık.
Yarın sabah erken kalkacağımız için akşam 10’da çadırlara girmemiz gerekiyordu, ama öyle çadıra girip de istediğiniz gibi muhabbet edemiyordunuz. Zira dışarıdan devamlı uyarı sesleri gelmekteydi. Sait ile fısıldaşarak konuşma çabalarım bile dışarıdan duyuluyordu, hani dudaklarımı oynatıp bir şey sorduğumda bile Sönmez Hoca’nın bağırdığını duydum. -Bunun sebebi de doğada sesin çok çabuk yayılmasıymış, en ufak bir fısıltı koca bir kamp Tarafından duyulabiliyor.
Gece biz uyurken yakınımızdan çakal sürüsü geçmiş, fakat on dakikada bir uyanmama rağmen ruhum duymamış, hayırlısı diyorum.
Ertesi gün için uyanma saatimizi saat 5 olarak düşündük ve havanın durumuna göre ne yapacağımıza karar verecektik. Bu gece saatler 1 saat geri aldığından 1 saat de fazladan uyumuş olduk. Saat 5te çadır liderlerinden biri uyanıp Sönmez Hoca’nın yanına gitmiş ve 1 saat daha uyumaya karar verilmiş. Bizler de sabah 6’da hocamızın “Sarı Gelin” türküsünü doğada kulağa bir başka hoş gelen ıslıkla çalışını dinleyerek uyandık ve sabah rehberimizin Yusuf Ağabey’in yaptığı nefis menemeni de yedikten sonra yola koyulduk.
Bundan sonraki birkaç saat benim için fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da zor geçti.
Öncelikle, gerçek bir dağa tırmanıyordum ve elimde batonlarım yoktu. Sağdan soldan topladığım dalları kullanarak dik yerleri çıkmaya çalışıyordum. Ama tabi bu dal parçalarının uçları baya kalın olduğu için bir batonun gördüğü işlevi görmüyorlardı. Öte yandan botlarım her ne kadar su geçirmeme konusunda sınıfı geçseler de normal bir dağcılık botundan kat ve kat daha kayganlardı. Bu da beni tırmanış boyunca düşmemek için vücudumu feci kasmaya zorlamama yol açtı. Kimi zaman da geride kalma tehlikesi yaşıyordum.
500 m civarında bir yükseklikte başladığımız yolculukta yol boyunca uyguladığımız taktik yavaş arkadaşlarımızın öne geçip hızlıların ise arkada kalmasını sağlamaktı. Bu şekilde saatler sonra 1700 m’lik zirveye ulaşmayı başardık. Şans eseri burada Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin Dağcılık topluluğu ile karşılaşıp birlikte bir zirve fotoğrafı çektirebildik.
Maalesef bu zorlu tırmanışın ardından bir şekilde otobüsümüz araba yolundan gelip bizi alır da kamp yerine götürür diye düşünme gafletinde bulunacak kadar saftım. Gerçekte olan ise çıkış sürecinden çok daha zorlu bir iniş süreci olmasıydı. İki adımda bir kayarak, nefes nefese ve devamlı geride kalarak, kısacası kafa göz yararak aşağı nasıl ulaştığımı hala bilmiyorum.
Bu dakikalarda hayattan nefret ettim denilebilir. Bu kadar beklenmedik zorluktan sonra insan kendisine soruyor, “bunu bile beceremiyorsun, burada ne işin var zaten?”. Tırmanırken ben de böyle kafalar yaşadım, kendime sövüp durdum. Sanki dağ hayatın kendisi ben de hayattaki zorlukları aşmaya çalışıyor gibiyim orada. Değişik kafalar dediğim gibi…
Tırmanırken devamlı su içmeniz gerekiyor, on dakikada bir, yoksa hiç hoş şeyler olmuyormuş. Özellikle yükselti arttıkça su eksikliğine bağlı olarak ayaklarda ağrı, baş dönmesi ve mide bulantısı karşılaşmanızın pek muhtemel olduğu olumsuzluklar. Gideceklere dip not olarak düşelim.
Ders iki, baton ve dağcılık botu olmadan herhangi bir yükseltinin yakınından geçmeyelim!
Bu da meşhur göknarı ağacı. Türkiye’de yalnızca Kaz Dağında bulunan bir ağaç türü. Truva Atı’nın bu ağaçtan yapıldığı söyleniyor.
Kamp alanına vardığımızda hava kararana kadar yaklaşık 1 buçuk saat kalmıştı geriye. Bu süre içinde çadırları toplayıp, eşyaları otobüse yerleştirmemiz ve etrafta kalmış olabilecek malzemelerimizin kontrolünü yapmamız gerekiyordu. Kontrolümüzü de yapıp araca yerleştiğimizde hava çoktan kararmıştı. Şimdi herkes bir kurt gibi acıkmış ilerleyen saatlerde yiyeceği yemeğin hayalini kuruyordu.
İlk durduğumuz yer Bayramiç idi. Ancak burada 25 kişilik bir grubu doyuracak restoran bulamadığımız için 1 saat daha yol gidip Çanakkale merkezinde yemek yemeye karar verdik. Burada gittiğimiz Çetin(?) restoranın çeşitli sulu yemekleri bizi fazlasıyla doyurabilirdi. Karnımızı doyurduktan sonra geriye yorgun bedenlerimizi dinlendirmek kalmıştı. Bunun da yolu otobüste uyumaktan geçiyordu.
Bu kamp deneyimimi de böyle yaşamış oldum. Aslında kamp motivasyonunu çok yakaladığım söylenemez, çünkü genelde çadır kurma, tulumları dizme, yemek yapma gibi işlemleri liderlerimiz bize nasıl yapacağımızı gösteriyordu. O yüzden o “hayatta kalma mücadelesi” ruhuna kendimi çok veremedim. Tek başına kamp yapıyor olsaydım asıl o zaman gerçekten adrenalini yaşayacaktım ama zaten ona da cesaret edilir mi bilemedim, baksanıza çakal sürüleri falan geçiyormuş etraftan.
Hikmet Emre Kaya